Av. Canset YILDIZ
ÖZ
Tıp alanında bilinen bir deyim olarak “primum nihil nocere” ifadesi
“önce zarar verme” düsturunu ortaya koyar. Hukuk alanında ise buna benzer bir
ifadeyi Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye’de görüyoruz: “Zarar ve mukabele bî zarar
yoktur.” Temel bir insan hakkı olarak sağlık hakkının gerçek anlamı ile iyi ve
müreffeh bir yaşama yönelik olduğunun değerlendirebilmesi, emek ve sermayesini
bu amaca tahsis etmiş hekimler ve sağlık hizmet sunucularının sağlık hakkı ve
iyi yaşam hakkının özünü ve bunların diğer temel insan hakları ile olan
ilişkisini telakki etmesi ile mümkündür. Tıp alanında yaşanan gelişmeler
yanında sağlık hizmetlerinin arzındaki kamusal politikalarla birlikte sağlık
hukuku, bir özel hukuk dalı olarak gelişen bir çalışma alanıdır. Çalışmamızda
bu alanın en temel konularında biri olan hastanın bilgilendirilme hakkını
çeşitli normlar ve ilkeler düzeyinde incelemeye çalıştık.
Türk hukuku yönünden bilgilendirilme hakkının yeterince belirli olmayan
kapsamını bir kefeye, hakkın vazgeçilmezliğini diğer kefeye koyduğumuzda bu
ikisi arasındaki dengenin hassas olduğu, konuyla ilgili uyuşmazlıkların somut
olay bazlı değerlendirmelerde şekilleneceği ve alandaki hukuk güvenliğini
sağlamanın tek yolunun güncel ve bilimsel bilgiye ve temiz bir muhakeme
yeteneğine sahip hukukçularla mümkün olduğunu ifade etmek gerektir. Bu anlamda
sağlık hukuku alanındaki çalışmaların, bilgilendirilme hakkının
gerçekleştirilmesi yönünden teknik hukuki düzenlemelere ve yöntemli çalışmalara
ihtiyacı olduğu da açıktır.
GİRİŞ
Sağlık hakkının temelinde şifa
bulma gayesi yatar. Ancak hastayı şifaya götüren tek şey gördüğü tedavi süreci
değildir. Süreç özelikleri itibariyle sağlık hizmetlerinde “sağlık hakkı”nın
tam anlamı ile gerçekleşmesi, maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkı, mahremiyet
(özel hayatın gizliliği) hakkı, ayrımcılık yasağı gibi diğer temel insan
haklarının gerçekleşmesine bağlıdır. Bu anlamda şifa bulmak için sağlık hizmet
sunucularına başvuran bireylerin sadece ihtiyaç duydukları sağlık hizmetlerine
ulaşmak değil, bu hizmetin içeriğini, sunuluş biçimini, genel olarak
standartlarını belirlemek de bir hak görünümü kazanmış bulunmaktadır. Hastanın
bilgilendirilme hakkı ve buna yönelik sektörel çalışmaların gerekliliği, tam da
bu açıdan konuyu bir hizmet standardı ve “sağlıkta kalite” hedefi haline
getirmektedir.
I. Genel Olarak Aydınlatma Yükümlülüğünün Kaynakları
“Sağlık kuruluşlarına veya bu kuruluşlarda çalışanlara karşı hastanın kazanmış olduğu tüm menfaatlere ‘hasta hakkı’ denir” (Meliha Aksüt, “Hasta Hakları”, Zirve Üni. Sosyal Bil. Ens, Yüksek Lisans Tezi, 2016, Gaziantep) Sağlık hakkı hasta-hastane ilişkisinin ötesinde tüm yurttaşlar bakımından sağlıklı olma talebini içeren daha geniş bir anlam ifade ederken hasta hakları doğrudan hastaların menfaatlerini korumaya yönelik özel durumlara işaret eden bir literatüre aittir. Hasta haklarının neliğine ilişkin olarak yapılan tanımlardan aşağıya alıntılanan örnek, çizdiği kavramsal çerçevenin kuşatıcılığı yanında devletin pozitif yükümlülüklerine yaptığı atıfla da değerlidir:
“Hasta hakları, kişi ile sağlık
kuruluşları arasındaki ilişkileri düzenler. Bunun için; kişinin sağlıklı kalma
hakkına kendi iradesi dışında herhangi bir engel olmaksızın sahip olması,
sağlık hizmetleri verilirken insan haklarının gözetilmesi, hastalara uygulanan
tıbbi tedavinin insani boyutunun desteklenmesi, hastanın sağlık hizmetlerinden
en üst düzeyde ve eşitlik çerçevesinde yararlanırken karşılaşabileceği
zorlukların önlenmesi ve giderilmesi gerekir.” (Meliha Aksüt, a.g.m.)
Tanımda yer alan ‘tedavinin
insani boyutunun desteklenmesi’ tabirinin, tıp alanındaki hak arayışının en
temel ihtiyacını ifade ettiğini söylemek mümkündür. Sağlığı ile ilgili bilgiye,
tanımlama düzeyinde dahi sahip olması çoğu kez imkânsız olan bireyin sağlık
hizmet sunucusu karşısındaki edilgen süjeliği, hizmetin ‘insani’ boyutunun
desteklenmesindeki gerekliliğin temel nedenidir. Özellikle hasta ve sağlık
hizmet sunucusu arasındaki bilgi asimetrisi ve yapısal menfaat çatışmalarının
riskleri değerlendirildiğinde, (Asst.
Prof. Dr. Filiz Tepecik, Asst. Prof. Dr. Ayla Yazıcı (Anadolu University,
Turkey), “Sağlık Sektöründeki Etik Problemlerinin Nedenleri”, International
Conference On Eurasian Economies 2012) sağlık hizmetlerinde insan
haklarının gerçekleştirilmesi ve buna uygun hedef ve ilkelerle alanın
düzenlenmesi gerekliliği daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu hal,
hekimin aydınlatma ve aydınlatılmış rızaya dayalı işlemde bulunma yükümlülüğünün
reel sebebini teşkil eder.
a. Uluslararası Sözleşmeler ve Anayasamız
Aşağıdaki bölümlerde ulusal
düzenlemelere ilişkin açıklamalarda bulunmadan önce, hasta haklarına ilişkin
spesifik bir uluslararası düzenleme olarak, 34. Dünya Tabipler Birliği Genel
Kurul'unda (Eylül-Ekim 1981, Lizbon) benimsenen Lizbon Bildirgesi'ne değinmek
faydalı olacaktır. Bildirgeye göre;
“Uygulamaya yönelik, ahlaki ve yasal güçlüklerin var olabileceğini göz
önüne almakla birlikte hekim, her zaman için hem kendi vicdanına göre hem de
hastanın en çok yararına olacak şekilde davranmalıdır. Aşağıdaki bildirge, tıp
mesleğinin hastalarına sağlamaya çalıştığı kimi temel hakları dile
getirmektedir. Yasal durum ya da hükümetin tutumu hastaların bu haklarını
yadsıyorsa, hekimler bu hakların elde edilmesi ya da onarılması için yollar aramalıdır.
a) Hastanın hekimini özgürce seçme hakkı vardır.
b) Hastanın dışarıdan herhangi bir karışma olmadan klinik ve ahlaki
yargılara özgürce varabilen bir hekim tarafından bakılmaya hakkı vardır.
c) Hastanın, yeterli bilgileri aldıktan sonra tedaviyi kabul etmeye ya
da yadsımaya hakkı vardır.
d) Hastanın, kendisiyle ilgili tıbbi ve kişisel bilgilerin gizliliğine
gereken saygıyı göstermesini hekimden beklemeye hakkı vardır.
e) Hastanın, saygın bir şekilde ölmeye hakkı vardır.
f) Hastanın, uygun bir dine bağlı bir din adamının yardımı da içinde
olmak üzere, ruhsal ve ahlaki teselliyi istemeye ya da yadsımaya hakkı vardır.”
Bildirgenin içeriğine
bakıldığında hastanın hekim seçme hakkı, klinik ve değer yargılar yönünden
özgür bir hekim tarafından muayene edilme hakkı, bilgilendirilme ve tedaviyi
reddetme ve durdurma hakkı, mahremiyet hakkı, saygın bir şekilde ölme hakkı ve
din adamının yardımını alma ve teselli isteme hakkının açıkça zikredildiği ve
dikkat çekici bir şekilde hekime “bu hakların elde edilmesi için yollar arama”
yükümlülüğü yüklediği görülecektir. Lizbon Bildirgesi’nin bakış açısına göre,
hekim yeri geldiğinde -deyim yerindeyse- hastanın hak savunucusu pozisyonunda
olmalıdır. Elbette bu savunucu pozisyonu kabul etmemenin hekim aleyhine bir
sonuç doğuracağı söylenemez. Ancak özellikle etik yükümlülükler icabı hekimin
hastanın temel haklarının gerçekleştirilmesinin önündeki engellerle savaş
halinde olarak mesleğini icra etmesi, mesleki ilkelerinden birinin bu hak savunuculuğu
olması idealizmin doğurduğu olağan bir beklentidir. Lizbon Bildirgesi’nin;
hekim seçme hakkı gibi aktif bir hak yanında ‘din adamının yardımını isteme’
yahut ‘din adamının yardımını yadsıma’ gibi doğrudan tedavi işlemleri ile
ilgili olmayan manevi değerlere ilişkin hakları ilan etmesi, kişilik kazanımı
bağlamında hak ve fiil ehliyetinin artık olmadığı bir aşamaya ait ‘saygın bir
şekilde ölme hakkı’na dahi değinmiş olması, bir uluslararası belge olarak hasta
haklarının gelişimine sağladığı katkıyı belirginleştirmektedir. Bildirgenin
hastanın bilgilendirilme hakkına açık bir şekilde yer vermesi, vurguladığı her
bir hak yönünden hasta ve sağlık hizmet sunucusuna tanıdığı aktif ve saygın
rol, ulusal pek çok düzenlemeye ışık tutmuştur.
b. Vekâlet Teorisi ve Türk Borçlar Kanunu
Hastanın sağlık durumu ile ilgili
bilgiye sahip olma ve şifa bulma hakkı, hasta ile sağlık hizmet sunucusu
arasındaki ilişkinin özelliklerinden bağımsız düşünülemez. Şifa için başvuran
hastanın süreçteki özneliğinin vurgulanarak hastanın değerli hissettirilmesi,
bilgi gücüne sahip olan hekimin tüm bilgi ve becerisini tamamıyla hasta
yararına kullanmasını ve hekim olarak kararlarını verirken hastanın özerkliğini
temin edecek yöntemler kullanmasını gerektirir. Bu aşamada, hasta adına ve
hasta menfaatine davranmakla yükümlü olan hekim ile hasta arasındaki ilişkinin
vekalet teorisi çerçevesinde değerlendirilmesi faydalı olabilir. Güncel hukuki
kabulün de vekalet sözleşmesine yaptığı atıflar nazara alındığında hukuki
olmayan anlamları ile vekalet teorisinin temel özelliklerine kısaca yer
vermenin geliştirici olduğunu değerlendiriyoruz.
Vekalet teorisi veya vekalet
yaklaşımı esas itibari ile iş birliği ve yardımlaşma durumunda olan tarafların
motivasyonları, birbirlerini kontrol etmeleri ve aralarındaki bilgi akışı
konularını ele alan ve finans ve yönetim-organizasyon literatüründe geniş yer
tutan bir teoridir. (Selim Aren, (Yıldız
Teknik Üniversitesi) Abdulmecit Karataş (Boğaziçi Üniversitesi), “Vekalet
Teorisi ve Bilgi Asimetrisi Problemi”,
https://www.researchgate.net/publication/263932855, Erişim Tar. 20.05.2023)
Vekalet yaklaşımında; bir kişi, kurum ya da grup adına harekette/eylemde
bulunan kişiye vekil (agent), vekilin temsil ettiği kişi ya da gruba vekalet
veren veya asil (principal) denilmektedir. Vekalet veren ile vekil arasındaki
ilişki ise vekalet ilişkisi olarak adlandırılmaktadır. Örneğin, hissedar-yönetici, üst yönetici-ast,
avukat-müvekkil, fon yöneticisi-yatırımcı, yönetim kurulu-genel müdür ve
müşteri- satıcı arasındaki ilişki bu kapsamda ele alınmakta olup asil-vekil
ilişkisi literatürde daha çok şirketin gerçek sahipleri olan hissedarlar ile
yöneticiler arasındaki ilişkinin incelenmesine yoğunlaşmıştır. Vekalet veren
belirli sonuçlara ulaşabilmek için vekilin yardımına gereksinim duyar. Vekalet
ilişkisinde vekile, vekalet veren adına eylemde bulunma yetki ve sorumluluğu
verilir. (Selim Aren, (Yıldız Teknik
Üniversitesi) Abdulmecit Karataş (Boğaziçi Üniversitesi), a.g.m.)
Vekalet teorisinin buraya
alıntılanan tanım özellikleri konumuz bakımından değerlidir. Yapısal olarak
tespit etmek gerektir ki vekil vekil edenin menfaatlerine çalışmak zorunda ise
de, bunlar ile vekilin menfaatleri her zaman aynı yönde değildir. Örneğin
anılan çalışmada modern şirket teorisi bağlamında yöneticiler ile hissedarların
menfaat çatışmaları “vekalet maliyeti” olarak tarif edilmiştir ki bu yatırım
karşılığı olmayan gider türünde pasif artırıcı bir maliyet olarak vuku bulur.
Bu tanımsal özellikleri itibariyle vekalet teorisinin özüne ilişkin edinilen
bilgi hekim ve hasta ilişkisine uygulandığında benzer türde bir vekalet
maliyetinin hasta aleyhine ortaya çıktığını değerlendirmek mümkündür ve açıkça
zikredilmese dahi sağlık hizmetinin temel hedeflerinden birinin bu maliyetin
-yok derecesinde- azaltılması olduğu açıktır.
Hekimin hasta adına karar alması
olgusu ile hastanın hekim kararına katılımını temin edecek en belirleyici şeyin
bilgilendirme faaliyeti olduğu birlikte değerlendirildiğinde; bilgilendirme
yükümünün hasta aleyhine sonuçları (vekalet maliyetini) azaltıcı etkisi tespit
edilebilir durumdadır. Bu yönüyle genel özellikleri itibariyle vekalet teorisi,
bir insan hakkı olarak hastanın bilgilendirilme hakkının anlam ve değerini
güçlendirecek tespitleri yapmaya zemin hazırlayacak bir rasyonel izah olarak
referans alınabilir. Bu sayede hekim kararlarının subjektif değeri artmış ve
hastanın (vekil edenin) sağlık hizmetine zamanında ve bilinçli katılımı
sağlanmış, sadece tıbben değil insani ve hukuki olarak da kabul edilebilir bir
süreç inşa edilmiş olur.
Hekimlik Meslek Etiği Kuralları
içerisinde yer alan, “Hekim hasta üzerindeki etkisini tıbbi amaçlar dışında
kullanamaz.” şeklindeki 24.madde hükmü bahsedilen vekalet teorisinin konuya
uygulanabilirliğinin bir göstergesi niteliğindedir. Bu madde yanında, hekim ile
hasta arasındaki menfaat çatışmasını düzenlemeye/azaltmaya yönelmiş 29. ve
30.maddeler de dikkat çekicidir ve hasta hekim ilişkisindeki “vekalet
maliyeti”nin gerçekliğini teyit edici niteliktedir.
Hekim kararının ‘hasta adına,
hasta menfaatine’ olma özelliği hasta ve hekim ilişkisini sözleşme hukuku
anlamında da vekalet akdi zeminine oturtmaktadır. Hasta-hekim münasebetlerine
uygulanacak sözleşme türünün genel itibariyle vekalet akdi olduğu, yer yer eser
sözleşmesine ve ayıplı hizmet kurallarına ilişkin tüketici hukukuna ilişkin
kuralların uygulanacağı genel kabul görmüş bir hukuki görüştür. Bu çerçevede
hekimin bilgilendirme yükümlülüğünün 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun,
“Vekil, üstlendiği iş ve hizmetleri, vekâlet verenin haklı menfaatlerini
gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür." hükmün içeren
506.maddesi ve hesap verme borcunu düzenleyen 508.maddesiyle ilişkilendirilmesi
mümkündür. Hekimin yapmış olduğu bilgilendirme hekim kararına ilişkin olarak
makul faydanın gözetilmiş olduğuna yönelik bir ispat ve izah faaliyeti
özelliğinde olduğu gibi, her ne kadar tedaviye ilişkin kararlar hekim
tarafından alınsa da sürecin gerçek öznesinin her aşamada hasta (vekil eden)
olmaya devam ettiği düşüncesine sağladığı katkı ile belirleyici ve
vazgeçilmezdir. Bilgilendirme hakkının vazgeçilmez olduğuna yaptığımız vurgu bu
hakkın feragat edilemez olduğu ile aynı anlamda değildir. Örneğin aşağıda
açıklayacağımız üzere hastanın bilgilendirme hakkı olduğu gibi
bilgilendirilmemeyi isteme hakkı da vardır. Bilgilendirilme hakkının
vazgeçilmezliğinden kastımız hekimin tedavide izlediği yol ve uyguladığı
yöntemler itibariyle sürece katılmayacağını açıkça bildirmemiş (bilgilendirilmemeyi
talep etmemiş) hasta aleyhine bir ‘enformasyon kısıntısına’ tek yanlı olarak
gidemeyeceğidir. Bu durumun kişinin
kendi kaderini tayin hakkı ile doğrudan ilişkili olduğu gibi özel hukuk
anlamında taraflar arasında kurulu buluna vekalet ilişkisinde geçerli buluna
sadakat ve özen yükümlülüğü ve talimatla bağlılık ilkelerinin de bir
görünümüdür. Bu itibarla bilgilendirilme hakkının vekalet ilişkisinin
özellikleri ile doğrudan ilişkisi vardır.
c. Hasta Hakları Yönetmeliği ve Tıp Etiği
Yukarıda yer vermiş olduğumuz
Lizbon Bildirgesi’nin iç hukuk mevzuatımızdaki görünümünün, 01.08.1998 tarih ve
23420 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren Hasta Hakları
Yönetmeliği olduğu söylenebilir. Yönetmeliğin Amaç başlıklı birinci maddesine
bakıldığında bir uluslararası düzenlemenin bağlayıcı kabul edildiğine işaret
eden pozitif ve negatif yükümlülükleri kapsayacak şekilde düzenlenmiş olduğu
görülecektir. Yönetmeliğin İkinci Bölümü’nde, Sağlık Hizmetlerinden Faydalanma
Hakkı’nın kapsamı “Adalet ve Hakkaniyete Uygun Olarak Faydalanma”, Bilgi
İsteme(Hakkı), Sağlık Kuruluşunu Seçme ve Değiştirme(Hakkı), Personeli Tanıma,
Seçme ve Değiştirme(Hakkı), Öncelik Sırasının Belirlenmesini İsteme(Hakkı),
Tıbbi Gereklere Uygun Teşhis, Tedavi ve Bakım(Hakkı), Tıbbi Gereklilikler
Dışında Müdahale Yasağı(Endikasyon Şartı), Ötenazi Yasağı ve Tıbbi Özen
Gösterilmesi(ni İsteme Hakkı) olarak çizilmiştir.
Anılan Yönetmelik bölümünün
inceleme konumuzla ilgili başlığı Bilgi İsteme(Hakkı)’dır. Buna yer veren 7. maddeye göre hastalar,
“sağlık hizmetlerinden nasıl faydalanabileceği”,“hangi sağlık kuruluşundan
hangi şartlara göre faydalanılabileceğini, sağlık kurum ve kuruluşları
tarafından verilen her türlü hizmet ve imkanın neler olduğunu ve müracaat
edilen kuruluşta verilen sağlık hizmetlerinden faydalanma usulüne öğrenme
hakları” dahilinde hizmet alırlar. Yönetmeliğin inceleme konumuz açısından
direkt ilgili başlığı ise devam eden Üçüncü Bölümde yer almaktadır. Bu bölümde
hastanın sağlık durumu ile ilgili bilgi alma hakkı detaylı bir şekilde
açıklanmıştır:
“Bilgilendirmenin Kapsamı
Madde 15- (Başlığı ile birlikte değişik:RG-8/5/2014-28994)
Hastaya;
a) Hastalığın muhtemel sebepleri ve nasıl seyredeceği,
b) Tıbbi müdahalenin kim tarafından nerede, ne şekilde ve nasıl
yapılacağı ile tahmini süresi,
c) Diğer tanı ve tedavi seçenekleri ve bu seçeneklerin getireceği fayda
ve riskler ile hastanın sağlığı üzerindeki muhtemel etkileri,
ç) Muhtemel komplikasyonları,
d) Reddetme durumunda ortaya çıkabilecek muhtemel fayda ve riskleri,
e) Kullanılacak ilaçların önemli özellikleri,
f) Sağlığı için kritik olan yaşam tarzı önerileri,
g) Gerektiğinde aynı konuda tıbbî yardıma nasıl ulaşabileceği,
hususlarında bilgi verilir.”
Bu madde, Türk Sağlık Hukukunda
hastaya yapılacak bilgilendirmenin kapsam ve muhteviyatını belirten en detaylı
hükümdür. Bu hükümdeki unsurları havi olmayan bir aydınlatma faaliyeti,
yetersiz veya yok hükmünde olduğunun tespit edilmesi riski ile karşı
karşıyadır.
Maddenin en temel özelliği,
hastanın özel durumuna uygun bir bilgilendirme yapılması zorunluluğunu ifade
etmesidir. Onam faaliyetinin çeşitli hastalıklar sınıflandırılarak oluşturulmuş
bilgilendirme formları üzerinden yapılması rasyonel bir gereklilik olsa da,
hastaya özelleştirilmemiş yahut daha doğru ifadesiyle hastanın öngörülebilir
kişisel durumunun göz ardı edilmiş olduğu bir bilgilendirme faaliyetinin hasta
yararına olduğu değerlendirilemeyecektir. Bu açıdan geçmiş hastalıkları (anamnezinin
alınması), mevcut rahatsızlıkları, tanı konulan hastalıkla ilgili görmüş olduğu
tedaviler ve sağlık durumuna ilişkin diğer önemli bilgileri nazara alan bir
bilgilendirme faaliyetinin işlevsel ve muteber olduğunu ifade etmek
gerekmektedir.
Bu aşamada ifade etmek isteriz ki
yargı kararlarındaki ‘matbuluk’ incelemesinin hayatın olağan akışında ve tıbbi
değerlendirmede karşılığı zayıftır. Mevcut yargı kararlarımızda vakada
incelenen onam formlarının matbu niteliği bilgilendirme yükümlüsü hekim aleyhine
değerlendirilmiş, “kişiselleştirilmiş onam” olarak ifade edilen ideal,
matematiksel bir bakış açısı ile değerlendirilmekle hekim aleyhine bir muhakeme
olarak kalmış, hastaya yarar sağlamamıştır. Söze konu tedavinin
kişiselleştirilmiş bir süreç olduğuna ve taraflar arasındaki ilişkinin de buna
uygun kurallara tabi olduğuna kuşku yoktur. Ancak matbuluk eleştirisine
orantısız bir şekilde değer verilerek hekimin sayısız tanı ve tedaviye ilişkin
olarak bilimsel kabullere dayalı formlar oluşturup hastalarına bunları
uygulaması abes karşılanmamalıdır. Bu açıdan mühim olan formların kapsamlarının
yeterli olması, okunaklı olması, işlemden makul süre öncesinde aydınlatmanın
gerçekleştirilmiş olması ve somut olayın genel özellikleri itibariyle
aydınlatmanın gerçek bir faaliyete dayandığının ispat edilebiliyor oluşudur. Bu
açıdan matematiksel bir bakış açısı ile, somut olay özellikleri
gerektirmemesine rağmen kapsamı olaya uygun ve doğru yöntemlerle belgelenmiş
bir aydınlatma faaliyetinin matbuluk eleştirisi ile yok sayılması hakkaniyetsiz
olur. Asıl olan aydınlatmanın mevzuatta belirtili kapsama ve güncel tıbbi
gerekliliklere dayalı olarak yapılmış olmasıdır.
Hastayı aydınlatma yükümlülüğüne
ilişkin diğer bir kural Hekimlik Meslek Etiği Kuralları’nda yer bulmuştur. Kuralların
‘aydınlatılmış onam’ başlıklı 26.maddesine göre;
“Aydınlatılmış Onam
Madde 26-Hekim hastasını, hastanın sağlık durumu ve konulan tanı,
önerilen tedavi yönteminin türü, başarı şansı ve süresi, tedavi yönteminin
hastanın sağlığı için taşıdığı riskler, verilen ilaçların kullanılışı ve olası
yan etkileri, hastanın önerilen tedaviyi kabul etmemesi durumunda hastalığın
yaratacağı sonuçlar, olası tedavi seçenekleri ve riskleri konularında
aydınlatır. Yapılacak aydınlatma hastanın kültürel, toplumsal ve ruhsal
durumuna özen gösteren bir uygunlukta olmalıdır. Bilgiler hasta tarafından
anlaşılabilecek biçimde verilmelidir. Hastanın dışında bilgilendirilecek
kişileri, hasta kendisi belirler. Sağlıkla ilgili her türlü girişim, kişinin
özgür ve aydınlatılmış onamı ile yapılabilir. Alınan onam, baskı, tehdit, eksik
aydınlatma ya da kandırma yoluyla alındıysa geçersizdir.”
Görüldüğü gibi meslek kurallarında Yönetmelik’te kullanılan ifadelerin bir adım ötesine geçilerek hukuki değer ifade eden ‘geçersizlik’ yaptırımından söz edilmiştir. Bu yönüyle meslek kurallarının mevzuatın gerektirdiği kurallara uymamanın riskleri konusunda bir farkındalık oluşturulmaya çalışılmıştır.
Ehlibeyt Mah. Ceyhun Atuf Kansu Cad. Ata Plaza No:100/3 Balgat 06520 Çankaya/ANKARA
bilgi@cansetyildiz.av.tr
+90 (533) 163 10 94
© Canset Yıldız Hukuk Danışmanlık . All Rights Reserved. Designed by medyANKA